içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Acılar ve çareleri

“Adalet (Adaletin adilliği konusunda ! işareti haketse de) Bakanı, CB'na hakaret suçlamalarıyla ilişkin yürütülen soruşturmalarda 1300 dosyadan 862'sine izin verdiklerini açıklamış...--- Basından...

Neresinden tutsan Zaytung'lu bir haber değil mi bu?...:(((“ diye bir not tutmuşum 28 Ekim tarihinde. Kim bilir o an aklıma ne düştüyse onca abukluk arasında? Şimdi düşünüyorum o haberin içeriğini de, bir ülkenin CB'ına 1300 tane hakaret içeren beyanat biraz düşündürücü gibi geliyor bana.  Ki bunlar sadece tespit edilebilenler veya toplumda dikkate değer insanların geniş kitlelere ulaşabilen beyanları diye düşünülürse, ulaşılamayanlarla birlikte toplum içinde ki sayısal karşılığı ne kadar bir orana tekabül eder bilmek mümkün değildir demek saçmalık olmaz sanırım... Bir de gizliden ve/veya alenen yapılan, her türlüsünden ve her ağırlıkta ki günlük eleştirileri de düşünürseniz nicelik olarak bu rakamın nerelere çıkabildiğini tahmin etmek mümkün olmaz, di mi?  İşte, bir ülkenin en yüksek makamı için bu denli ağır bir unsurun niteliği de göz önüne alınınca, ülke ve toplumun tüm bireylerini  aşağı çeken kötü bir sonuç olduğu ise sanırım tartışmaya bile gelmez bir açıklama ve gerçeklik bu, kanımca...

 

Diğer taraftan bakınca da, bir ülkenin CB'ının eleştiriye bu denli tahammülsüzlüğü de onun şahsında ne kadar olumsuz bir durum diye düşünülebilir. Doğal olarak bu hakaret sayılan 1300 beyanın ne kadarı gerçek anlamda eleştiri ne kadarı ise şahsına veya ailesine hakaret içeriyor, en azından ben bilmiyorum. Ancak genel bir kanı ve geçmişte ki bu yönde ki davranışlar ve evrensel kıstaslar düşünülünce bunda bir anormallik olduğunu düşünmek çok saçma gelmiyor insana… Doğal olarak bunlara karar verecek olan, mahkemeye düştüklerine göre, adalet olacaktır. Ancak ülke genelinde adaletin terazisinin ne kadar hassas olduğu ise tartışmalı ve toplum genelinde şüpheli olunca yine ortalık kalıyor fısıltı ve kişisel yorumlara ve adaletsiz bir adaletin terazisinin kalibresine... Belki de en büyük aksaklık üçüncü erkin de, tek ele geçmiş olan ilk iki erk tarafından kuşatılmış olması ve/veya öyle düşülmesidir, değil mi?

 

Yani her neresinden yakalamaya çalışsanız, her neresinden tutsanız eliniz kirlenecek gibi gözüken bir saçmalık...

 

Şöyle bir bakıyorum da, aklım, fikrim hep olumsuzluklardan yana çalışıyor ve onları not ediyor.... Arada bir de olsa şöyle dişe dokunur bir güzellik, bir değer katan birşeyler duyup görsek ve onları dile getirsek ve bir nebze de olsa mutlu olabilsek... “Nerede?“ diyen sesler mi duyuyorum yoksa tansiyonum çıkıyor bu yüzden kulaklarım mı çınlıyor ve halüsinasyon mu görüyorum? diye şüpheye düşüyorum. Halimiz gerçekten çok acınası bir durumda... Sanki bir zamanlar düşünüp, duyup ve izlediğimiz Afganistan, Pakistan veya Yemende yaşayan o gariban ve çilekeş insanlara üzülürken kendi düştüğümüz durumda onları unutur olmamızın dayanılmaz üzüntüsünü yaşar gibiyiz...

 

Sokakta dolaşırken, Nazım'ın bahçesinde otururken, minibüste giderken, otobüs beklerken yani etrafımızda insanların olduğu zamanlarda bile her ne hikmetse konuşmalar hep rahatsızlıklar üstüne. Adam elinde cep telefonu yüksek sesle konuşuyor: "Yeter artık bu aldatmalar, her neresini tutsam elimde kalan davranışların... Bıkmıyorsun ve utanmıyorsun, di mi?" ... Bir başkası yan masada "Senin tepkine göre şekillenmek zorunda kalıyorum ya bu çok yoruyor beni..."... Derken elindeki sigara paketini yırtacak gibi evirip çeviriyor. Yüzleri gülen insan sayısı sanki giderek azalıyor herkesin üstünde bir sinirlilik hali, esprilere bile kızan insanlar topluluğuna dönüşüyor tüm ülke.

 

İnsan kafasını nereye dönse, etrafını büyük bir umutsuzluğun girdabı sarıyormuşçasına bir karmaşa içinde hissediyor kendini. Hemen herkesin diline “kaçıp gitmek, bir yerlere saklanmak, bir yerlerde kendini bu olumsuzluklardan soyutlayacak kendince meşguliyetler bulmak“ sözleri neredeyse pelesenk oldu.

 

Çağın gereği, ekonominin ve dolayısıyla yaşam koşullarının ağırlaştırdığı psikoloji ile tahammülsüzlük katsayısının giderek artması mı bu? Ve bunun yarattığı bilinçli bilinçsiz bir yabancılaşma, yozlaşma, benliğini yitirmeye doğru giden bir karmaşa mı? Belki de güzün yarılanmak üzere olduğu bir dönemde, aniden mevsim normallerinin altında seyreden meteorolojik koşulların etkisi mi? Gittikçe artan bir kirlenme ile atmosferin, soluduğumuz havanın, suların, kurşunla her an zehirlenen beden ve toprağın, çevrenin, olanca grilik içinde şehirlerin göbeklerine saplanan beton yığınlarının, doğallıktan uzaklaşan bir dünyanın ve tüm canlıların içinden çıkılmaz bir duruma doğru hızla ilerlemesi mi? Kendi kendini bir süre sonra yok edecek bir vurdumduymazlık mı? Halbuki bu vurdumduymazlığın aynı kanser hücresi gibi kontrolsüz olarak çoğalıp içindekini ve direk olarak da kendini yok edecek bilince ulaşamaması mı? Ve işin en kötüsü bunu an'ı kurtarma adına bilinçsizce yapmak mı?

 

Geçmişe bakınca bütün bu kötücül olaylar ilk kez başımıza gelmiyor esasında; işin bu boyuta taşınması ve içimizin daha çok acımasının nedeni, sanırım sadece bu yarılmanın bunca derinlere ulaşmasında yatıyor. Kısa erimde umutlarımızı biraz törpülüyor görünsek de, burada önemli olan belki de, hani “beterin de beteri var...” söyleminde olduğu gibi bir durumu düşünüp bu durumu kabullenmenin zayıflığına düşmemektir. Bu dünyanın acıları tekrar tekrar ürettiğini bilsek bile aynı zamanda bunların çarelerini de tekrar tekrar ürettiğini de unutmamalıyız diye düşünüyorum…

 

Yazılsa, sadece bir kara mizah gibi başlayıp sonu felaketle bitecek bir trajediye dönüşen bir roman kahramanı gibi hemen herkes kendi hikâyesi içinde yaşayıp gidiyoruz. Bunun, farkına varanlar mutsuzluğun çeşitli evrelerini yaşarken, farkında olmayanlar ise yaşam mücadelesi deyip ufak şeylerle az biraz mutlu iken çoğunda mutsuzluklarının bile farkında değiller. Hatta çoğu ezilmişliklerini, ezenlerin cisminde hayal ederken onlara neredeyse tapınma derecesinde hayranlık duyup onların kötü birer kopyası olarak çoğunda mutlu olduklarını sandıkları bir dünyada yaşamaktalar. Bunun da mutluluk gülümsemeleri ve dayanışma, birlik, beraberlik, İslâm, vatan, millet, irade...vs. adı altında ezilmişliklerine farkında olmadan kalkan yapmaktalar, sanki. Yüzlerine karşı söylenen bu trajik ve kimi zaman trajikomikliğe yönelen uyarılar ise vatan hainliği, anarşistlik, ayrımcılık, bölücülük ve ihanetin en ağır derecesi ile yaftalanabilmekte ve bunu eylem haline dönüştürenler, hak arayanlar, isyan için haykıranlar için yaşamın sonlanmasına kadar gidebilmektedir. Güçlünün elinde olan yasal (ancak hukuki ve adil olmayan) yetkilerle bastırılan ve hesabı hiç mi ama hiç sorulamayan katliamlara teşne bir toplumsal olgular dizisi devreye girerek bu gerçek sesler susturulmaya çalışılmaktadır ve ne yazık ki büyük çoğunluk buna sessiz kalmakta hatta kabullenmektedir.

 

Şu anda umudun gittikçe uzaklaştığı bir atmosferde olsak da, bu kahredici zulüm ve baskının son bulacağı günleri hak ettiğini düşündüğüm bu ülkede, azınlıkların ezilmesine asla ve asla izin verilmeyeceğine inancım sonsuz ve bunun uzun olmayan erimde gerçekleşeceğine de çok eminim...

 

31 Ekim 2015  NHKM Bahçesi…

Bu yazı 19173 defa okunmuştur.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum