-
Ali Ekber Ataş
Tarih: 07-07-2024 23:28:00
Güncelleme: 07-07-2024 23:47:00
Geçen aylar (16 Nisan’da), dostum Hakan Aytekin’in daveti üzerine, İBB’nin kurtardığı ve halka açık kültür sanat etkinliklerinin yapıldığı Beyoğlu Sineması’ndaydım. Salı günleri Belgesel Sinemacılar Birliği’nin gerçekleştirdiği gösterimde, yönetmenliğini Mustafa Ünlü’nün yaptığı “Bozkırın Bekçileri” belgesel filmini izledik. Gösterimler ücretsiz ve her salı akşamı bir başka belgesel filmin gösterimi ardından, filmle ilgili bir de söyleşi var.
Uzun zamandır sinema salonuna girmemiş olmanın hayatımda ne büyük eksiklik bıraktığını anımsattı bu gösterim bana. Dahası, şimdi çok gerilerde kalan, birçok hayalimi gerçekleştirdiğim anıların kapılarını da araladı. 1970’li yılların ikinci yarısına alıp götürdü beni. Anne öksüzlüğünü, hayallerine tutunmuş on iki, on üç yaşlarındaki bir çocuğun, gelecekteki hayatının da bir parçası olacak kapıların aralandığı o yıllara.
Aşağıdaki yaşadığım öykü, film gösterimi sonrası, eve dönüşümde, hem “Bozkırın Bekçileri” belgeseli, hem de metroda karşılaştığım bir güzel anının daha, yazarlık hayatıma kattığı tarih oldu. Bir dostumun, sanat ve şiir hakkında konuşmalarımızın birinde söyledikleri geldi aklıma. Sinemadan çıkıp Beyoğlu Karaköy arasını yürüyerek giderken.
“Kentlerin, ülkelerin, insanlığın tarihi nasıl yazılır?
Vakanüvisler, tarihçiler, tarihi icat edenler eliyle mi sadece?
Tarih, şiirle de yazılır. Şairin imledikleri bize tarihin kapısını aralamaz mı?”
Şimdiki zamandan soyutlanmış, eski zamanların İstanbul’undaydık o gece. Sokaklarında modern çağın insanı çıldırtan, yoran, hayat sevincini emen bozulmuşluklardan arınmış bir tarih. Elektriğin aydınlatmadığı, meşalelerin, ziftle yanan lambalarının ışığında, büyülü o anları yaşatan sokaklarındaydık sanki Galata’nın…
* sahi tarihi yalnızca vakanüvisler mi…
Sahi, tarih yalnızca, dostumun dediği gibi onu icat edenlerin, vakanüvislerin, tarihçilerin yazdıkları mıdır?
Bilimin, tekniğin dünyayı bir ağ gibi sardığı bu dönemde, farklı alanlarda, farklı işleri yapanlarca da yazılamaz mı?
Yazılır. Hem de bal gibi! Dahası, tarihi, tarihçilerin uyutan, çarpıtan, bozan, kafalarındaki küçücük dünyalarını insanlığın dünyasıymış gibi satan hikâyelerden olmadığını gösterenler var. Ressamlar, şairler, yazarlar, belgesel sinemacılar, kazıbilimciler… Say say bitmez. Diyeceğim o ki, yalnızca vakanivüslere, tarihçilere, onu icat edip pazarlama aracına dönüştürenlere bırakılmamalı tarih. Gelin size, bir yazarla, bir belgesel sinemacının yazdıkları tarihlerin beni nelerle buluşturduğunu anlatayım. Okuyunca, az da olsa bana hak vereceğinizden eminim.
Belgesel sinema hakkında cahilliğimi hemen söyleyeyim size. Emeklilikten mezun bir sanat öğretmeni olarak, çevremde olup bitenlerle, aklım kestiği ölçüde ilgiliyimdir. Zira bu yaşımda bile cehaletimin boş bıraktığı yerleri inadına dolduruyorum. O gün de öyle oldu. Sinemaya erkenden gidip dostum ve onun yakın dostlarıyla çok hoş sinema sohbetlerine, anılarına tanıklık ettim. Biraz sonra beni neyin beklediğini bilmeden ve sinema üzerine (özellikle de belgesel sinema hakkında) örtük cehaletimi de onlara göstermeden, sessizce katıldım onlara. Buraya gelene kadar başka bir adamdım; başkası. Belgesel sinemayı izledikten sonra da bambaşka biri olarak sokağa çıkacağımdan adım gibi eminim. Çünkü, örtük cehaletinize kattığınız her yeni bilgi, karanlığınızı aydınlatan bir kutup yıldızıdır, yaşamınızın, hayallerinizin göklerinde.
Öykücülüğe hiç soyunmadım. Zira sözlerimin kalabalıklığı öykünün neyi anlatmak istediğini boğduğundan, hiç yeltenmedim buna. Ama iyi bir okur olduğumu söylemeden de edemeyeceğim. Şimdi aklınıza, biraz önce sinemadaydınız, öyküye nasıl geçti konu, diye sorular gelebilir. Bence sanat dallarının hepsi de aynı şeyi yapıyor. Ortak bir noktada buluşan ve insanlığın hallerini kendine dert edinen bu çaba, kendi yol ve yöntemleriyle insani öze sahip tek alan diye düşünüyorum. Leonardo’yu düşünün. Son Akşam Yemeği tablosunu (yalnız bu eseriyle mi, değil elbet) yaparken, kötülüğün nasıl bir şey olduğunu anlattığı bu eserinde iyiliği olağanüstü bir ustalıkla göstermiş insanlığa. Mustafa Ünlü de, Bozkırın Bekçileri’nde, sinema dilini kullanarak yapmış bunu. Bizden kilometrelerce uzakta, bozkırın sonsuzluk duygusu yaşatan uçsuz bucaksızlıkları, ufuktaki gemiyle birlikte kaybolup gittiğinizi hissetettiriyor size kendinizi. Rüzgârın türküsü ile fondaki müziğin oluşturduğu senfoni, bozulmamış, yemyeşil doğasıyla, usta bir ressamın fırçasında canlanan bu tablo karşısında sonsuzluğu yaşıyorsunuz sanki. Kırgızları ve atalarından kalan Balbalları konu alan belgesel, insan doğa ilişkisini, yakın ve uzak çekimleriyle sizi belgeselin içine alan özgün diliyle dünyanızda iz bırakıyor.
Zamanın ötesinden çıkıp geliyorlar. Bozulmamış ve doğayla bütünleşmiş dinginliklerinde, kendimizde unuttuğumuz, içimize derinlerde bir yerlerde saklı duran çocukluğumuza alıp götürüyor bizi. Büyük büyük adamların, koca koca fikirleri.. İnsan yutan canavarları.. Doğayı kirleten atıkları.. Havayı yutan kirli gazlarıyla… İçine ettikleri bu dünyada, “nefes alınan ne güzel diyarlar varmış hâlâ" dedirten gerçekliği, şiirsel görüntüleri eşliğinde çocukluğumuzun saflığına çağırıyor. Gökyüzüyle yeryüzünün birleştiği bu yerde, yaşamanın ve yaşadığın bu dünyanın, insana kendisini çağırdığını da elbet. Çıplak ayaklarınızla karnına bastığınız o yerde, toprak ananın koynuna düşen tohumun doğum sancılarını “tırnaktan tepeye/tepeden tırnağa”, saç diplerinizde yaşadığınız ve aletin işleyip elin övündüğü o zamanlara gidiyorsunuz. “Bozkırın Bekçileri”nde, Kırgız tarihinin derinliklerinde, onların atalarından kalan bu izlerde kendi geçmişinize de bir yolculuk…
* tarihi bu şekilde görsel dile dökmek…
Elli dakikalık bu gösterim için, bu kıt sinema aklımla şunu diyebilirim:
Mustafa Ünlü, sizin gitmediğiniz, bilmediğiniz, görmediğiniz Kırgız tarihinin derinliklerinde köklerinizden izlerinizi bulmaya çağırıyor. Beceri isteyen, ustalık gerektiren, yoğun emek üretimini önceleyen ve insanın en değerli mülkü zamanı, en iyi şekilde kullanarak kendi hayalini bizim gerçekliğimize dönüştürmüş.
Tarihi bu şekilde görsel dile döküp, yazın dilinde öyküleştirerek anlatanlar, bizi yalnızca izleyici konumunda bırakmıyorlar. Filmi başından sonuna, soluğunuzu tutmuş bir şekilde, kamera arkasında, sanki yönetmenin hemen dibinde keyifle izleten bir duyguyu yaşatıyorlar. Elli dakikalık o zaman diliminde yaşatılanlar, sizde başka bir dile dönüşüyor. Siz hem bir kameraman hem bir yönetmen olarak filmi yeniden çekiyorsunuz. En azından ben öyle yaptım.
Filmi benim için ilginç kılan şeylerden biri savunageldiğim Köy Enstitülerimizin de eğitim felsefesini oluşturan iş içinde eğitim, eğitim için üretim ilkesini gösteren o kısacık sahneydi. Ortaokul öğrencilerinin de arkeologlarla beraber kendi tarihlerinin izini sürdükleri o kazı “an”ı.
Başlarında, kazıdan sorumlu üniversite hocası bir kadın arkeolog ve yardımcıları. Filmin bu sahnesini izlerken, o çocuklardan biri de bendim. Elimde küçük kazı aleti ve süpürge, keşfettiğim bir buluntuyu temizleyerek ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Yatağan Eskihisar köyünde, 1977 yılındaki eski antik kent Stratonikeia’daydım. Yaz sıcağı. Ensemizde boza pişiren bir güneş. Umurumda mı! Ben, hiç bilmediğim, görmediğim, o ana değin varlığından haberdar bile olmadığım Antik dünyanın büyük bir kentindeyim şimdi. Kentin giriş kapısında, hayranlıkla kapıyı inceliyorum. Elimde, Yatağan’dan tanıdığım bir büyüğüm, abim Hamdi Topçuoğlu’nun Limburg Hikâyeleri kitabı. Görkemli antik şehir kapısından içeri giriyorum. Sütunlu caddeden yürüyerek antik tiyatronun meydanına geldim. Biraz sonra başlayacak tiyatroyu izlemek için yerime geçiyorum. Oyunun başlamasına henüz zaman var. Sonsuz bir gökyüzü altında serin bir hava. Kitabımı okuyorum. Kitap hakkında bir yazıcının yazdıklarından kısa bilgiyi pergamon rulosudan aktarayım size:
"Üreten İnsanların İncelikli Toplamı: Limburg Hikâyeleri
Uzakta olmanın bütün acılarını yaşayan ve buna rağmen hayata tutunmaya çalışan insanların ısrarı yer alıyor Limburg Hikâyeleri’nde. Memleketinden kopup gitmek zorunda kalan insanların başından geçenler, ağır çalışma koşulları, yalnızlıkla örülü günlerin içinde boy veren aşk ve gelecek zamana yeşeren umut boy veriyor Hamdi Topçu’nun öykülerinde.
Sennur Sezer Emek Direniş Öykü Ödülleri’nde dereceye giren dosyasıyla, sadece 2023 yılı içinde verilecek olan Ahmet Tulgar Özel Ödülü’nü alan Limburg Hikâyeleri, gurbette çalışan işçi sınıfının zor yıllarına ışık tutuyor…."
Okumadan geçemeyeceğiniz gerçek öyküleriyle sizi yeni zamanlara götürecek bir kitap Limburg Hikayeleri. Hayatınıza katacağınız yeni yaşamlar, bu yaşamların hüzünlü hikâyeleri…
* herkes benimle miydi o an stratonikeia tiyatrosunda
Zihnimde bir saat önce izlediğim Bozkırın Bekçileri, elimde Limburg Hikayeleri… Yeraltında giden bir trendeyiz. Hareket etmesine saniyeler var. 35 40 yaşlarında bir çift son anda bindi. Şaşkın şakın etrafımı gözetliyorum. Acaba herkes benimle miydi o an Stratonikeia tiyatrosunda, yoksa ben bir hayalin içinde miydim, sorusunun cevabını arıyordum kafamda. Şaşkınlığım geçip kendime geldim. Herkes kendi dünyasına dalmış, kimse kimsenin umurunda değil. Ya da öyle geliyor bana.
Nihayet gerçek dünyadaydım. Her fırsatta tanık olduğum metrodaki manzara, bugün de farklı değil. Telefonlarına gömülmüş devekuşları misali yüzlerce yolcu. Ne vakit böyle bir manzarayla karşılaşsam, kendimi de onlardan biri olarak hissediyor ve irkiliyorum. Soğanlık istasyonuna kadar yolculuk yapmak zehir zıkkım oluyor her seferinde.
Çok yıllar önce bulduğum panzehirimi çantadan çıkarıp, ineceğim yere kadar ona sarıldım. Çok sevdiğim büyüğüm, ağabeyim Hamdi Topçuoğlu'nun Limburg Hikâyeleri'ni, kaldığım yerden okumaya devam ediyorum. Hamdi Abimi, devrim marşları söyleyip coştuğumuz, sevdiğim kıza ilanı aşkımı yazdığım, ayak izlerimi bıraktığım 1970'li yılların Yatağan'ın sokaklarından tanıyordum. O Yatağan ki, zımpara gibi kum sahasında nice maçlar oynadığımız ve arkadaşlarımla kanımızı akıttığım(ız), kanlarımızın birbirine karıştığı gençliğimin memleketidir. Bir porsiyon baklava sözüne nice maçlar kazandığımız anılar biriktirdim orada. Saatlerce lisenin duvarına oturup, liseye yakın bir evde oturan sevgilimi gözetlediğim anlar gözlerimin önüne geliyor. Duygu yoğunluğum mesafeleri ortadan kaldırmış. İki katlı evin alt kat balkonunun dibindeyim. Sevgilim de balkonda, konuşuyoruz ordan burdan. Sevdiğim ama dile getiremediğim kızın her hareketini belleğime resmediyordum. Sözlerin havada uçuşmadığı sözsüz konuşmaların sohbetindeyiz sürekli. Elimdeki kitabın okuduğum her sayfasında, her satırı beni, ya Yatağan sokaklarında gezdiriyor ya da lisede kaçamak bakışmalarla birbirimizi süzdüğümüz lisenin bahçesine götürüyor. Merak ettiniz, adının ne olduğunu öğrenmek istiyorsunuz, biliyorum. Serap. Uzun boylu, simsiyah gözleri.. uzun boynunu tamamlayan omuzları üstüne düşen ipeksi saçlar.. Kişiliğinin yansıdığı yüzünde iki kara elmas gibi gözleriyle kitabın içinden beni seyrediyor. Canım benim.. Keşke, keşke bir kere ona avazımın çıktığı kadar “Seni seviyorum!” diyebilseydim.
* ama haksızlık yaptığınız bende okurdum kitabı…
Üç dört durak sonra, yanımda kapıya yakın yerde oturan yolcu inince, onun yerine geçtim. Bir iki adım ötemde duran kadın boşalttığım yere oturmak isteyince, iki erkek arasına oturmasın diye tekrar eski yerime geçtim. Teşekkür edip, kapı kenarındaki koltuğa oturdu. Eşi ayakta, sohbet ediyorlar. Ama kadın, daha çok okuduğum kitabımla ilgili. Gözleri sayfaları tarıyor, hissediyorum. Sanırım o da benimle beraber kitabı okuyor. Bir iki durak sonra karşı koltukta yer boşalınca eşi de oraya oturdu. Ayrı oturmasınlar diye kalkıp yanına gittim. "Önemli değil rahatsız olmayın" dese de, ben ısrar edince, eşinin yanına geçip oturdu. Bu yer değiş tokuşun ardından tam kitabıma dalacaktım ki kadın; hiç beklemediğim içten bir sesle:
“Ama haksızlık bu yaptığınız, ben de okuyordum kitabı. Tam heyecanlı yerinde, kalkıp gittiniz” demez mi! Hiç tereddütsüz, kitabı kendisine uzattım…
Sözleri o kadar içten ki. Gülümsemesinde insanı hayran bırakan bir eda. İnsana yaşama sevinci aşılıyor. Bütün karamsarlığınıza rağmen, başınızdan aşağıya döktüğü sevgi dolu sözleri, Kadıköy'den bu yana kararan ruhuma ilaç… O kitaba kaldığı yerden devam ederken ben olup biteni düşünüyorum. "Nasıl yani?” diye… Yıllardır gidip gelirim metroyla. İlk kez bu kadar içten, insan sıcaklığı dolu bir ses tonu ve hiç tanımadığı birine takılmasıyla size, “Oh be! Dünya varmış” dedirten bir insanla, insani bir sohbet… Müthiş. Kendisine ve çevresine yabancılaşmamış bir gönül insanı tavrı. Cömertçe bir saygı sunumu, sevgi gösterimi. İmreniyorum. Art niyetsiz, karşısındakini kendisi gibi gören, bir benzerini karşındakinde yaratırken ona kendisini iyi hissettiren, kısacık anda kırk yıllık hatır bırakan bir sohbet insanıyla buluşmak mutlu ediyor beni.
Güzel, alımlı bir kadın. Bunun da farkında. Özgüvenli. Çevresindekilerin ne düşündüklerinden daha çok, onun, çevresindekileri nasıl gördüğünü, davranışlarıyla size sezdiren, sizden biri. Gösteriş budalalarına benzemeyen, çevreninizde de çok görmediğiniz; sokakta, caddede yürürken her an göremeyeceğiniz bir insan. Karşılık beklemeyen bir içtenlik. Hemen oracıkta sizinle bağ kurabilen müthiş bir olgun kişilik. Saatlerce, hayranlıkla durup bakacağın bir yüz. Sıradanlaşmayan etkili bakışlar. Hiç görmediğiniz, ilk kez karşılaştığınız o anda, kırk yıllık bir hasretliği, bir yudum su içerisine size yaşatan bir duyarlık. Güzel mi güzel. Uzun boylu. Sizi hayran bırakan uzun bir boyun (Serap’ı da anımsattı bir an). Her şeyi ölçüp biçen bir kazıbilimci titizliği. Sarrafın hassas, büyük bir özen ve dikkatiyle sözün güzelini arayıp bulduracak bir saygınlık. Öyle sanıyorum ki girdiği her ortamda uyandırdığı etki, çevresine yaydığı enerji, baş döndürücü etkisiyle, kibirden yoksun bir duruluk. İnsana kendisini değerli kıldıran yüzünde kasımpatı bir gülümseme...
O gece bir belgesel, bir kitap ve iki güzel kadınla karşılaşarak insan olmanın keyfine bir kez daha eriştim.
Tepeden tırnağa alladı beni…
07.05.2024/kartal
- BABEK'İN TÜRKÜSÜ
- RAKI SOFRASININ DA BİR ADABI MUAŞERETİ VARDIR
- Çağların ardından ışıyan ozan: Pir Sultan
- “… YARATMA SEVİNCİ EPEYİ PAHALIYA ÇIKAN… “ BİR DOSTUN SÖZEL PORTRESİ
- 31. Yıldönümünde Sivas Katliamı Jeostratejik ve jeopolitik olarak ülke geleceği açısından Sivas'ın önemi ve örgütler bağlamında sorunu irdelemek I
- eski bir şehrin hikâyesi…